Sayfalar

20 Mayıs 2020 Çarşamba

Benim içim geçmiş diyenlere: Wanderlust!


Benim içim geçmiş, kurumuşum diyen bir kadın karakterin, evliliğinde nasıl cinsellikten soğuduğunu, öbüşmeye mesafe koyduğunu, her ne zaman eşigille 'beraber olma' eylemine girişse 'ay acıyo yaa' diye herifi tepiklediğini anlatan bir İngiliş dizinin içinde buldum kendimi: Wanderlust



Kelime anlamı 'yolculuk yapmaya tutkun' olmayı karşılayan ama benim kafamda 'gezginliğe tutkunluk' şeklinde yorumladığım bir kavram. Tabi ki sembolik, bilhassa metaforik.

Spoilersız devam:

Karakterimiz (adı Joy) aslında jinselliğinden soğumuş değil. Özellikle ilk 4 bölüm boyunca, 'abi evlilik işte ya' şeklinde yorumladığım bu soğuma halinin, aslında karakterimiz özelinde bambaşka kök sebeplere dayandığını muhteşem 5. bölümde öğreniyoruz. Bölüm komple terapide geçiyor. Kendisi de terapist olan Joy'un işini titizlikle yapan, bir dedektif gibi izleri süren terapistinin karşısında yaşadığı küçülmeyi- yenilgiyi ve aynı oranda aydınlanmayı izlerken burnuma nefes almayı unuttuğumu fark ettim. Öyle bir 5. bölümdü.



Fakat ilk 4 bölümde Joy ve eşigilinin, bu tek pozisyona indirgenen ve onu bile hakkıyla yapamadıkları cinselliklerinin canlanmasına vesile olan eğlenceli bir formül bulmalarıyla ben de çok eğlenmiştim. Dizinin tanıtımında da bahsedildiği gibi, birbirine bağlı ancak sekste patlayan bu çiftin çözümü elbette, tutkuyu harlayacak başka partnerler edinmek. 

Şimdi burada bi duralım.

Evlilik kurumunu hiç bilmeyen bir canlıya 'biz insanlar biriyle evlendiysek ömür boyu aynı kişiyle birlikte uyumak + onu arzulamak + dilli öbüşmek + sevüşmek beklentisiyle koca koca toplumlar kurduk' desek bize nasıl acır. Hadi ya, sizin insanlarda sünnet edilen kadınların olduğu bir kültür de vardı, ona da çok üzülmüştük filan diyebilir, çünkü uzaktan bakınca aslında sünnet edilen kadın kadar radikal değil mi? Vay anasını, hepimiz ciddi büyük bir çılgın planın içindeyiz.

Belki:

İnsan oğlunun bu çılgın 'ömür boyunca aynı yastığa baş' planı çalışabilirdi ama bir şartla. Taraflar kendilerini 'arzulanabilir, erotik, çekici' hissettikleri sürece. Bu da herkeste farklı işler. Mesela wanderlust'ta başkalarıyla flört ederek yükseldiler ve böylece birbirlerini lise son tutkusuyla yeniden arzuladılar. Tabi bu herkeste çalışmayacaktır. Herkesin formülü gendine! 

Her neyse, diziye dönelim. Henüz sezonu bitirmedim ancak öyle bir 5. bölümdü ki, kahvaltım bitmeden bir yere not almaya mecbur kaldım. (yani buraya)

Dizinin önermesi bambaşka aslında. Benim gibi düşünmüyor. Kendimizi erotik ve çekici hissetmek, sürekli yüksekte olmak zorunda mıyız? Gerçek hislerimiz, derin ve yoğun yerlerde olan duygularımız bize neler söylüyor? Bedenimizle bağlantımız ne durumda? Kendimizi hayatımızdaki talihsizliklerin tam ortasına koyarak, kendimize sürekli acımaya mı kaçıyoruz? En son ne zaman rahatça kederlendik? Kendimizin yanında mıyız?

Aşırı kolay gibi duran fakat yerinde kullanılmadıkça zorlaşan sorular. (hazır cevap olunmasını isteyen sorular)

Kısacası dizi içi geçenlere 'gendinizi şımartın, pilatese başlayın, gocanıza gününün nasıl geçtiğini sorun' gibi tavsiyeler vermek yerine; herkesi kendi gibi olmaya - duygularına tahammül edebilmeye davet ediyor. (şimdilik)

Bakalım daha neler olicik.



17 Mayıs 2020 Pazar

Yaşadın mı dikine yaşayacaksın bu hayatı

Yaklaşık 2-3 haftadır insanca yaşıyorum blog. İnsanca yaşam?

'İnsanlar sık sık bahaneler bularak, önünde duran işi ertelemede usta olan kişilerdir'

Beynimizin en büyük yeteneklerinden birinin bu olduğunu bilmiyordum, yeni öğrendim. Canlılar içinde, bahane bulma ve kendini dillere destan şekilde ikna edebilme becerisinde hepimiz iyiyiz. Ben de kendi potansiyelime izin verdim, son birkaç haftada kendime şunu sordum:

'Kahve, ya evi toplayacaksın ya kitap okuyacaksın'
'Ya yer temizliği ya yazını tamamlamak?'
'Dolapları mı silmek istersin yoga + duş?'

Evin derli toplu olması bir durum, kavram. Taşınmaz mal gibi. Ev derli toplu: Orada öylece duran bir sıfat. Fakat diğer seçeceğin eylemler, hareket halinde. Seni bir noktadan diğerine götürüyor. Dikine ve enine çzigilerle anlatacak olursak... Ev temizlemek enine giden çizgi. Ama kitap okumak dikine gidiyor çünkü gelişime hizmet ediyor. Aynı şekilde bakacak olursak; salata hazırlayıp yemek dikine hareket çünkü besin taşıyor. Ama kraker koyup yemek enine çizgi. Hiçbir yere ulaştırmıyor.

Ha diyeceksin ki haz almak? Evin derli toplu olması, mis gibi kokması duygusal bir ihtiyaç. Herkes için anlamı farklı. Kimisi için daha verimli olmanın ilk yöntemi, kimisi için huzur, kimi daha kolay organize olabilir. Ben de öyleyim. Normal yaşamda, evi derleyip toplayıp bir deniz kenarına gitmeyi çok dikine bir eylem olarak tanımlayabilirim. Çünkü eve geri döndüğümde, tertemiz bir ortamda sıradaki eylemime daha rahat geçebilirim. Fakat karantinada evden hiç çıkmadan sadece parkelere basarak geçen yaşam, hep evi yüceltmekle geçerse çok enine bir eylem olur. Ben dikine olmayı tercih ediyorum.



Dün evi derledik topladık ama dikine bir şekilde. Kışlıklar kalktı, yazlık moda geçildi. Bir gelişim. Bir durumdan başka duruma geçirme hali. Evi hafiflettik; eşyaları yine kullanılmayanlar- öteki mevsim kullanılacaklar, çöpe atılacaklar gibi kategorilere ayırdık. Ev erkeği de kendi kategorisini oluşturdu: 'Çalışma odama ellemeyelim ya, ben onu sonra şey ederim'. Temizlik ve silme işlemleri anlamlı şekilde yapıldı. Ev çocuğu yemek masasının yeri ve yatağının formatı değişti diye Alplerde mütevazi şekilde yaşayan Heidi'ye dedesinin samandan yatak yapmasını hatırlatan mutlulukla evin uygun bölgelerinde zıpladı durdu. Benim için tatmin edici dikine bir gündü.

Ama rutinimde enine giden bir temizlik olmasını bu sıralar istemiyorum. Bu yüzden yapabildiğim en iyi şeyi yapıp insanca yaşıyor; bahanelerimi kullanarak, işe yarar şeyler yapıyorum. Ev çocuğuyla yapboz yapmak? Dikine. Ev çocuğuyla çizgi film izlemek bile dikine. 

Yine de rutinimden çıkaramadığım mecburi ama dikine olduğunu bi ihtimal düşünebileceğim ev işleri:

Klozet+ lavabo ovmak
Mutfak tezgahı silmek (cildime bu kadar önem vermedim be Kamil)
Temiz yataklar
Yemek pişirmek

Haz almaya dönersek, yine de kraker konusunda kararsızım. Çünkü onun da haz klasmanına girmesi için nadiren yapılıyor olması lazım. Çünkü kraker gibi şeyler, büyük özveri istiyor- yedin mi her gün yiyeceksin, vücut istiyor anlıyor musun blog? Arada olursa 'haz' alma açısından dikine sayılabilir.

***

İnsana 'şerefsizler ve şerefsiz olmayanlar' şeklinde bakmak yerine sadece bir canlı olarak bakmak hoşuma gidiyor. Netflix'te 'absurd planet' var. Tüm aile izleyebileceğimiz bir belgesel ararken bulduk. Kalın ve kırmızı dudaklı balıkları, birbirinin vücudundan pis şeyleri hünerli elleriyle temizleyen maymunları, stratejik bok böceklerini izlerken 'şaşıran' insanın da ayrı bir 'belgeseli' çekilebilir. Şey gibi düşünsene elinde çay bardağıyla maymun belgeseli izleyen bir porsuk gibiyiz. Yeterince doğru yerden bakınca görülüyor.

Dün kendimizi başka bir canlı olarak hayal edip, insanı belgeselde anlatsak neler çıkar diye düşündüm.

'İnsanların bazıları uykusunda gezer ve bunu hatırlamazlar'
'İnsanlar yaşlandıkça duygusallaşırlar'
'İnsanlar başka bir insanın ayak kokusundan rahatsız olabilirler'
'İnsanlardan kadın olanı ustalıkla orgazm taklidi yapabilir'
'İnsanlar apış aralarına 'don' dedikleri bir şey giyerler'

Bu şekilde düşününce ne kadar da 'sen allahın bir lütfusun' bilgeliğinde izleniyor insan. O yüzden insanca yaşamak, kendi doğal akışımızda neysek o olmak, hatta hazır havalar ısınmışken ağda yapma zorunluluğumuzu bile sorgulamak bana iyi geliyor. (bu kısmı mecbur napak)




Hadi sana iyi pazar. 
Kahve ve çayda son günler, sıcaks.





15 Mayıs 2020 Cuma

Var mıyım yok muyum? (yoğun doz çakma felsefe içerir)



Sabretmenin ata sporumuz sayıldığı, yaşadığımız çağda beklemeyi bile aceleyle yaptığımız bu günlerde evde geçen 'yavaş' zamanlarda, kendime şunu soruyorum:

'Acaba ben gerçekten var mıyım?'

Tam olarak var olduğuma herhangi bir kanıt bulamıyorum çünkü. İkna olmak zor. Evet bir yerlerde çevrim içi oluyorum, profil resminden durup bakan benim, işte benim yazdığım mesajlar- ama bu yalnızca bir veri iletişimi. Tam olarak var olduğumu kanıtlamıyor. 

Bazen pencereden silüetim beliriyor. Kellem aşağıdan geçen biri için orada öylece duruyor. Pimapene eklenti duran bir sticker gibi. Orada mıyım gerçekten?

Geçtiğimiz günlerde bayraklı belediye başkanı, konvoyla mahalleden geçerek halkı selamladı. Herkes pencerede kellesiyle online oldu. Ev çocuğuyla biz de salon penceresinden aşağı bakıyorduk ki başkan elini 'sadece başkanlara yüklenen bir aplikasyonla sallanacak şekilde' bize doğru sallarken, Demet Akalın'ın 'Diyarbakır'dan mı geldiniz, niye şarkılara katılmıyosunuz?' tepkisine eş değer şekilde, öylece boşluktan bize bakakaldı. Çünkü ona geri el sallamadan, sadece bakışlarımızı dikip baktık. Bilirsin belediye başkanlarının gelişiminde el sallama ve alkış yapma ilk 12 ayda önemli. Öylece durup ona baktık. Tek bir mimik yapmadan. Sonra buna çok güldüm ben. 

Neyse ne diyordum? Gerçekten var mıyım? Felsefenin temel sorularından biri bu değil mi? Hatta felsefeyi, tam olarak hayatımıza bu yüzden alır gibi yapıp sonra hızlıca terk ediyoruz. Çünkü insan varlığını bazen sorgular bazen de varını yoğunu kendini unutmaya adar. Bunu diyorum ben de. Var mıyım acaba? Çünkü etrafta olduğuma dair hiçbir belirti yok. Bak iyi düşün, belki sen de yoksundur.

Dışarıya çıkarken maskeyle çıkıyorum, kim kanıtlayabilir o kişinin ben olduğunu? Yani ben aslında olmayabilirim. Pazarda soğan alırken, adım çoğunlukla 'abla'. Ama etrafta abla çok, bu da beni tanımlamıyor. En çok beraber olduğum insanlar evdekiler. Anne, baba ve çocuk. Çevremizdeki diğer anne-baba-çocuk konseptiyle hiç görüşmediğimiz için, aslında isimlerimizin de önemi kalmadı. Anne diyince tek bir kişi kastediliyor, o da ben. Ne zamandır herhangi bir yere kayıt da yaptırmadım: Dişçi, konser ya da bir tatil. İsmimi bir yere yazdırmadım, ortaya eylem yok. Gördün mü yine yokum aslında.

Konuyu Descartes'in formülünden ele alalım: Düşünüyorum, öyleyse varım.

Düşünüyor muyum bilmiyorum ama düşünen birini düşünüyorum. Bu tam olarak düşünmek sayılmaz. Düşündüğüm şeyler de var. Örneğin ne zaman uyusam, ev çocuğu kakasını yaptı mı? Bu olmadı. Hadi Kahve daha farklı şeyler düşünemez misin? Varlığımın karşılığını ancak düşüncede bulabilirim. Bunu yapabilirsem her şey çok iyi olacak. Tam 3 yüz yıl önce adamın teki böyle dedi diye, inanmak zorunda mıyız ya? Ne demek düşünüyorsam varım. 

Şunu da yapamayız aksi gibi:

5 set plank (check yapıldı)
3 set squat (check yapıldı)
Halıyı sil (check yapıldı)
Şüpheci şekilde gerçeği düşün (düşünemedi)

Ne zaman düşünmek için otursam, içimden bir kuvvet- kakam gelmiş de çıkarmak istermişim gibi (çok kakadan bahseden bir yazı oldu pardon) telefonuma göz atmak istiyorum. Aslında telefonum kırılsa ya da kaybolsa, belki düşünmeye devam edebilirim. 

Pandemi bizi anonim yapmış olabilir. Hepimiz isimlerimiz yerine, 'kadın insan, adam insan ve çocuk insan' olarak kimliksizleşmişizdir belki. Birbirini hiç tanımayan, bambaşka kültürden insanlar bile pandemi çıktığında en çok tuvalet kağıdı aldılar. Bir uyanık kendileriymiş gibi, en çok tuvalet kağıdı almak. Düşünsene bir insanın kendi içinde yaptığı en sinsi plan buymuş: 'Gideyim de toalet gağıdı alayım' (İsveçli de olsan böyle Karaköylülü olsan da)

Var olup olmadığım hakkında ipucu toplamaya devam edicem. Beni gören, duyan olursa lütfen kanıtlarıyla bana yollasın.



7 Mayıs 2020 Perşembe

'Çocuklar dünyayı yönetsin' önerisi


Dünyayı çocuklar yönetmeli diyen var. Ahajkgad.. Aklına son anda işe yarar bir fikir gelmiş gibi:

Aslında var ya bu dünyayı çocuklar yönetmeli.. ah o çocuklar, masumiyet.
Dünya barışı olurdu.
Çevre kirliliği diye bir şey olmazdı.
Açlık olmazdı, herkes gönlünce mutlu olurdu.

N.h öyle olurdu. Bencillik, rekabet, birinci olma hırsı, glukoz şurubu bağımlılığı, aynı çizgi filmi tekrar tekrar izleme sapkınlığı, çöplerini öylece ortada bırakma, kural tanımama gibi birçok sebepten ötürü dünya bok içinde kalırdı.


Bu, benim gibi düz anlayan biri için fazla zor. Çocuklar diyorsun. 6 yaşında bir çocuğum var. Geçenlerde babasıyla şöyle bir diyaloğuna şahit oldum. Babası sabunluğa, sabun doldururken (böyle bir ev işi var gerçekten) onu izleyen ev çocuğu:

'Baba, üzerinde zey tiin yağğ lııı yazdığını okudum'
'Aferin oğlum, evet zeytinyağlı sabunmuş bu'
'Yani içinde zeytinyağı mı var?'
'Zeytinyağlı sabun'
'Yani zeytinyağı'

6 yaşında sonuçta. Çocuk neyse o. Çocuklar her an yetişkinlere gizli şifreler verebilen, dünyayı gerçekçi şekilde algılayan fark edilmemiş filozoflarmış gibi inanmak isteyen varsa, malzemesi bol bir sanrı. Ama benim dünyayı çocukların yönettiği bir ütopyayı hayal etmeyi hiç içim almaz, hatta bırak dünyayı- kahvaltıyı bile yönetmesini istemem.

Çocuklar dünyayı yönetseydi çevreyi koruma, sevgiyi ön plana çıkarma, adalet ve barışın elden ele yayılması gibi gelişmeler yaşanmayacaktı, bu bilinsin. Şunlar daha makul tahminler:

Memeden ayırma süresi 5 yıla yükseltilecek.
Anneler ve babalar baş başa değil, ortalarına çocuğu alıp yatacaklar.
Çocuklar kakasını her gün yapmak zorunda değildir. 
Şişman birini görünce, onun şişman olduğunu söylemek ayıp değildir.
Kilodumu ayda bir değiştirebilirim.
İstediğim saatte uyuyabilirim.

Sonra da ertesi gün Rusya ile görüşme yapsın diye uyandır o çocuğu uyandırabilirsen. Bir de hangi çocuğun hangi ülkeyi yöneteceği sorunu var. Kimse Palau, Metonya ya da ne bileyim Gürcistan'ın filan başına geçmek istemez ki. Hemen hepsi Disneyland- Legoland sebebiyle Amariga ya da yemekleri (pizza) hasebiyle de İtalya'da yığılma yaşar. Müzakere günlerinde gerekli disiplini sağlayamayacakları için anlaşmazlık içeren konularda uzlaşamayacaklar ve kaos çıkacaktır (bu noktada öğle uykusundan hemen sonra, atıştırmalık saatinde müzakere programlamak mantıklı olabilir) Ülkemizdeki görev dağılımını düşünelim.. Ankara'da görev yapan bir çocuğa orada neden deniz, plaj, kum olmadığını açıklayamazsın- yaygara çıkarır, sümüklerini üzerine bulaştıra bulaştıra ağlar. İzmir'i düşününce de Çiğli diye tutturan olmayacaktır, yine kalpler fuara yakınlığı ve eğlencesiyle bilinen Alsancak diye atacaktır. Zor yani.

Ha illa 'olacak o kadar' solculuğuna bağlayacaksak, bak şunları söyleyelim, folklorik olsun.

Rüşvet, yalakalık, politiklik, riyakarlık, iki yüzlülük olmazdı. Bizimkinin mesela en azından okuma alışkanlığı var, matematik hesabı yapabiliyor- (oo inceden Berat Albayrak eleştirisi?) Ama aklı işlevsel olarak kullanamayan masum zeka hiçbirimizin işine yaramaz, artık salalım bu çocuklar dünyayı yönetsin düşüncesini, hadi he?

Olası senaryoya devam edelim:

Mesela Hot Wheels Bakanlığı mutlaka olurdu.
Salıncak Sırasına Girenler Kurulu
Dondurma İdaresi Başkanlığı
Makarnama Dokunma Yasası
Uluslarası Karlar Ülkesi Müzesi.

Yani sanıldığı gibi savaş uçaklarının olmadığı bir dünyayı unutun. Belki savaş teknolojisine bütçe ayırmak aklına gelmezdi hiçbirinin ta ki ülkesine ilk savaş uçağı gönderilene kadar. Sıraa ben deee, ben deee, ben de yollucaaaam! tepkisi kaçınılmaz. 

Çocuklar dünyayı yönetsin, her şey ne güzel olurdu diyenlerin Adolf Hitler'i bile özleyeceklerinden eminim. Söyleyeceklerim bu kadar.