20 Mayıs 2020 Çarşamba

Benim içim geçmiş diyenlere: Wanderlust!


Benim içim geçmiş, kurumuşum diyen bir kadın karakterin, evliliğinde nasıl cinsellikten soğuduğunu, öbüşmeye mesafe koyduğunu, her ne zaman eşigille 'beraber olma' eylemine girişse 'ay acıyo yaa' diye herifi tepiklediğini anlatan bir İngiliş dizinin içinde buldum kendimi: Wanderlust



Kelime anlamı 'yolculuk yapmaya tutkun' olmayı karşılayan ama benim kafamda 'gezginliğe tutkunluk' şeklinde yorumladığım bir kavram. Tabi ki sembolik, bilhassa metaforik.

Spoilersız devam:

Karakterimiz (adı Joy) aslında jinselliğinden soğumuş değil. Özellikle ilk 4 bölüm boyunca, 'abi evlilik işte ya' şeklinde yorumladığım bu soğuma halinin, aslında karakterimiz özelinde bambaşka kök sebeplere dayandığını muhteşem 5. bölümde öğreniyoruz. Bölüm komple terapide geçiyor. Kendisi de terapist olan Joy'un işini titizlikle yapan, bir dedektif gibi izleri süren terapistinin karşısında yaşadığı küçülmeyi- yenilgiyi ve aynı oranda aydınlanmayı izlerken burnuma nefes almayı unuttuğumu fark ettim. Öyle bir 5. bölümdü.



Fakat ilk 4 bölümde Joy ve eşigilinin, bu tek pozisyona indirgenen ve onu bile hakkıyla yapamadıkları cinselliklerinin canlanmasına vesile olan eğlenceli bir formül bulmalarıyla ben de çok eğlenmiştim. Dizinin tanıtımında da bahsedildiği gibi, birbirine bağlı ancak sekste patlayan bu çiftin çözümü elbette, tutkuyu harlayacak başka partnerler edinmek. 

Şimdi burada bi duralım.

Evlilik kurumunu hiç bilmeyen bir canlıya 'biz insanlar biriyle evlendiysek ömür boyu aynı kişiyle birlikte uyumak + onu arzulamak + dilli öbüşmek + sevüşmek beklentisiyle koca koca toplumlar kurduk' desek bize nasıl acır. Hadi ya, sizin insanlarda sünnet edilen kadınların olduğu bir kültür de vardı, ona da çok üzülmüştük filan diyebilir, çünkü uzaktan bakınca aslında sünnet edilen kadın kadar radikal değil mi? Vay anasını, hepimiz ciddi büyük bir çılgın planın içindeyiz.

Belki:

İnsan oğlunun bu çılgın 'ömür boyunca aynı yastığa baş' planı çalışabilirdi ama bir şartla. Taraflar kendilerini 'arzulanabilir, erotik, çekici' hissettikleri sürece. Bu da herkeste farklı işler. Mesela wanderlust'ta başkalarıyla flört ederek yükseldiler ve böylece birbirlerini lise son tutkusuyla yeniden arzuladılar. Tabi bu herkeste çalışmayacaktır. Herkesin formülü gendine! 

Her neyse, diziye dönelim. Henüz sezonu bitirmedim ancak öyle bir 5. bölümdü ki, kahvaltım bitmeden bir yere not almaya mecbur kaldım. (yani buraya)

Dizinin önermesi bambaşka aslında. Benim gibi düşünmüyor. Kendimizi erotik ve çekici hissetmek, sürekli yüksekte olmak zorunda mıyız? Gerçek hislerimiz, derin ve yoğun yerlerde olan duygularımız bize neler söylüyor? Bedenimizle bağlantımız ne durumda? Kendimizi hayatımızdaki talihsizliklerin tam ortasına koyarak, kendimize sürekli acımaya mı kaçıyoruz? En son ne zaman rahatça kederlendik? Kendimizin yanında mıyız?

Aşırı kolay gibi duran fakat yerinde kullanılmadıkça zorlaşan sorular. (hazır cevap olunmasını isteyen sorular)

Kısacası dizi içi geçenlere 'gendinizi şımartın, pilatese başlayın, gocanıza gününün nasıl geçtiğini sorun' gibi tavsiyeler vermek yerine; herkesi kendi gibi olmaya - duygularına tahammül edebilmeye davet ediyor. (şimdilik)

Bakalım daha neler olicik.



17 Mayıs 2020 Pazar

Yaşadın mı dikine yaşayacaksın bu hayatı

Yaklaşık 2-3 haftadır insanca yaşıyorum blog. İnsanca yaşam?

'İnsanlar sık sık bahaneler bularak, önünde duran işi ertelemede usta olan kişilerdir'

Beynimizin en büyük yeteneklerinden birinin bu olduğunu bilmiyordum, yeni öğrendim. Canlılar içinde, bahane bulma ve kendini dillere destan şekilde ikna edebilme becerisinde hepimiz iyiyiz. Ben de kendi potansiyelime izin verdim, son birkaç haftada kendime şunu sordum:

'Kahve, ya evi toplayacaksın ya kitap okuyacaksın'
'Ya yer temizliği ya yazını tamamlamak?'
'Dolapları mı silmek istersin yoga + duş?'

Evin derli toplu olması bir durum, kavram. Taşınmaz mal gibi. Ev derli toplu: Orada öylece duran bir sıfat. Fakat diğer seçeceğin eylemler, hareket halinde. Seni bir noktadan diğerine götürüyor. Dikine ve enine çzigilerle anlatacak olursak... Ev temizlemek enine giden çizgi. Ama kitap okumak dikine gidiyor çünkü gelişime hizmet ediyor. Aynı şekilde bakacak olursak; salata hazırlayıp yemek dikine hareket çünkü besin taşıyor. Ama kraker koyup yemek enine çizgi. Hiçbir yere ulaştırmıyor.

Ha diyeceksin ki haz almak? Evin derli toplu olması, mis gibi kokması duygusal bir ihtiyaç. Herkes için anlamı farklı. Kimisi için daha verimli olmanın ilk yöntemi, kimisi için huzur, kimi daha kolay organize olabilir. Ben de öyleyim. Normal yaşamda, evi derleyip toplayıp bir deniz kenarına gitmeyi çok dikine bir eylem olarak tanımlayabilirim. Çünkü eve geri döndüğümde, tertemiz bir ortamda sıradaki eylemime daha rahat geçebilirim. Fakat karantinada evden hiç çıkmadan sadece parkelere basarak geçen yaşam, hep evi yüceltmekle geçerse çok enine bir eylem olur. Ben dikine olmayı tercih ediyorum.



Dün evi derledik topladık ama dikine bir şekilde. Kışlıklar kalktı, yazlık moda geçildi. Bir gelişim. Bir durumdan başka duruma geçirme hali. Evi hafiflettik; eşyaları yine kullanılmayanlar- öteki mevsim kullanılacaklar, çöpe atılacaklar gibi kategorilere ayırdık. Ev erkeği de kendi kategorisini oluşturdu: 'Çalışma odama ellemeyelim ya, ben onu sonra şey ederim'. Temizlik ve silme işlemleri anlamlı şekilde yapıldı. Ev çocuğu yemek masasının yeri ve yatağının formatı değişti diye Alplerde mütevazi şekilde yaşayan Heidi'ye dedesinin samandan yatak yapmasını hatırlatan mutlulukla evin uygun bölgelerinde zıpladı durdu. Benim için tatmin edici dikine bir gündü.

Ama rutinimde enine giden bir temizlik olmasını bu sıralar istemiyorum. Bu yüzden yapabildiğim en iyi şeyi yapıp insanca yaşıyor; bahanelerimi kullanarak, işe yarar şeyler yapıyorum. Ev çocuğuyla yapboz yapmak? Dikine. Ev çocuğuyla çizgi film izlemek bile dikine. 

Yine de rutinimden çıkaramadığım mecburi ama dikine olduğunu bi ihtimal düşünebileceğim ev işleri:

Klozet+ lavabo ovmak
Mutfak tezgahı silmek (cildime bu kadar önem vermedim be Kamil)
Temiz yataklar
Yemek pişirmek

Haz almaya dönersek, yine de kraker konusunda kararsızım. Çünkü onun da haz klasmanına girmesi için nadiren yapılıyor olması lazım. Çünkü kraker gibi şeyler, büyük özveri istiyor- yedin mi her gün yiyeceksin, vücut istiyor anlıyor musun blog? Arada olursa 'haz' alma açısından dikine sayılabilir.

***

İnsana 'şerefsizler ve şerefsiz olmayanlar' şeklinde bakmak yerine sadece bir canlı olarak bakmak hoşuma gidiyor. Netflix'te 'absurd planet' var. Tüm aile izleyebileceğimiz bir belgesel ararken bulduk. Kalın ve kırmızı dudaklı balıkları, birbirinin vücudundan pis şeyleri hünerli elleriyle temizleyen maymunları, stratejik bok böceklerini izlerken 'şaşıran' insanın da ayrı bir 'belgeseli' çekilebilir. Şey gibi düşünsene elinde çay bardağıyla maymun belgeseli izleyen bir porsuk gibiyiz. Yeterince doğru yerden bakınca görülüyor.

Dün kendimizi başka bir canlı olarak hayal edip, insanı belgeselde anlatsak neler çıkar diye düşündüm.

'İnsanların bazıları uykusunda gezer ve bunu hatırlamazlar'
'İnsanlar yaşlandıkça duygusallaşırlar'
'İnsanlar başka bir insanın ayak kokusundan rahatsız olabilirler'
'İnsanlardan kadın olanı ustalıkla orgazm taklidi yapabilir'
'İnsanlar apış aralarına 'don' dedikleri bir şey giyerler'

Bu şekilde düşününce ne kadar da 'sen allahın bir lütfusun' bilgeliğinde izleniyor insan. O yüzden insanca yaşamak, kendi doğal akışımızda neysek o olmak, hatta hazır havalar ısınmışken ağda yapma zorunluluğumuzu bile sorgulamak bana iyi geliyor. (bu kısmı mecbur napak)




Hadi sana iyi pazar. 
Kahve ve çayda son günler, sıcaks.





15 Mayıs 2020 Cuma

Var mıyım yok muyum? (yoğun doz çakma felsefe içerir)



Sabretmenin ata sporumuz sayıldığı, yaşadığımız çağda beklemeyi bile aceleyle yaptığımız bu günlerde evde geçen 'yavaş' zamanlarda, kendime şunu soruyorum:

'Acaba ben gerçekten var mıyım?'

Tam olarak var olduğuma herhangi bir kanıt bulamıyorum çünkü. İkna olmak zor. Evet bir yerlerde çevrim içi oluyorum, profil resminden durup bakan benim, işte benim yazdığım mesajlar- ama bu yalnızca bir veri iletişimi. Tam olarak var olduğumu kanıtlamıyor. 

Bazen pencereden silüetim beliriyor. Kellem aşağıdan geçen biri için orada öylece duruyor. Pimapene eklenti duran bir sticker gibi. Orada mıyım gerçekten?

Geçtiğimiz günlerde bayraklı belediye başkanı, konvoyla mahalleden geçerek halkı selamladı. Herkes pencerede kellesiyle online oldu. Ev çocuğuyla biz de salon penceresinden aşağı bakıyorduk ki başkan elini 'sadece başkanlara yüklenen bir aplikasyonla sallanacak şekilde' bize doğru sallarken, Demet Akalın'ın 'Diyarbakır'dan mı geldiniz, niye şarkılara katılmıyosunuz?' tepkisine eş değer şekilde, öylece boşluktan bize bakakaldı. Çünkü ona geri el sallamadan, sadece bakışlarımızı dikip baktık. Bilirsin belediye başkanlarının gelişiminde el sallama ve alkış yapma ilk 12 ayda önemli. Öylece durup ona baktık. Tek bir mimik yapmadan. Sonra buna çok güldüm ben. 

Neyse ne diyordum? Gerçekten var mıyım? Felsefenin temel sorularından biri bu değil mi? Hatta felsefeyi, tam olarak hayatımıza bu yüzden alır gibi yapıp sonra hızlıca terk ediyoruz. Çünkü insan varlığını bazen sorgular bazen de varını yoğunu kendini unutmaya adar. Bunu diyorum ben de. Var mıyım acaba? Çünkü etrafta olduğuma dair hiçbir belirti yok. Bak iyi düşün, belki sen de yoksundur.

Dışarıya çıkarken maskeyle çıkıyorum, kim kanıtlayabilir o kişinin ben olduğunu? Yani ben aslında olmayabilirim. Pazarda soğan alırken, adım çoğunlukla 'abla'. Ama etrafta abla çok, bu da beni tanımlamıyor. En çok beraber olduğum insanlar evdekiler. Anne, baba ve çocuk. Çevremizdeki diğer anne-baba-çocuk konseptiyle hiç görüşmediğimiz için, aslında isimlerimizin de önemi kalmadı. Anne diyince tek bir kişi kastediliyor, o da ben. Ne zamandır herhangi bir yere kayıt da yaptırmadım: Dişçi, konser ya da bir tatil. İsmimi bir yere yazdırmadım, ortaya eylem yok. Gördün mü yine yokum aslında.

Konuyu Descartes'in formülünden ele alalım: Düşünüyorum, öyleyse varım.

Düşünüyor muyum bilmiyorum ama düşünen birini düşünüyorum. Bu tam olarak düşünmek sayılmaz. Düşündüğüm şeyler de var. Örneğin ne zaman uyusam, ev çocuğu kakasını yaptı mı? Bu olmadı. Hadi Kahve daha farklı şeyler düşünemez misin? Varlığımın karşılığını ancak düşüncede bulabilirim. Bunu yapabilirsem her şey çok iyi olacak. Tam 3 yüz yıl önce adamın teki böyle dedi diye, inanmak zorunda mıyız ya? Ne demek düşünüyorsam varım. 

Şunu da yapamayız aksi gibi:

5 set plank (check yapıldı)
3 set squat (check yapıldı)
Halıyı sil (check yapıldı)
Şüpheci şekilde gerçeği düşün (düşünemedi)

Ne zaman düşünmek için otursam, içimden bir kuvvet- kakam gelmiş de çıkarmak istermişim gibi (çok kakadan bahseden bir yazı oldu pardon) telefonuma göz atmak istiyorum. Aslında telefonum kırılsa ya da kaybolsa, belki düşünmeye devam edebilirim. 

Pandemi bizi anonim yapmış olabilir. Hepimiz isimlerimiz yerine, 'kadın insan, adam insan ve çocuk insan' olarak kimliksizleşmişizdir belki. Birbirini hiç tanımayan, bambaşka kültürden insanlar bile pandemi çıktığında en çok tuvalet kağıdı aldılar. Bir uyanık kendileriymiş gibi, en çok tuvalet kağıdı almak. Düşünsene bir insanın kendi içinde yaptığı en sinsi plan buymuş: 'Gideyim de toalet gağıdı alayım' (İsveçli de olsan böyle Karaköylülü olsan da)

Var olup olmadığım hakkında ipucu toplamaya devam edicem. Beni gören, duyan olursa lütfen kanıtlarıyla bana yollasın.



7 Mayıs 2020 Perşembe

'Çocuklar dünyayı yönetsin' önerisi


Dünyayı çocuklar yönetmeli diyen var. Ahajkgad.. Aklına son anda işe yarar bir fikir gelmiş gibi:

Aslında var ya bu dünyayı çocuklar yönetmeli.. ah o çocuklar, masumiyet.
Dünya barışı olurdu.
Çevre kirliliği diye bir şey olmazdı.
Açlık olmazdı, herkes gönlünce mutlu olurdu.

N.h öyle olurdu. Bencillik, rekabet, birinci olma hırsı, glukoz şurubu bağımlılığı, aynı çizgi filmi tekrar tekrar izleme sapkınlığı, çöplerini öylece ortada bırakma, kural tanımama gibi birçok sebepten ötürü dünya bok içinde kalırdı.


Bu, benim gibi düz anlayan biri için fazla zor. Çocuklar diyorsun. 6 yaşında bir çocuğum var. Geçenlerde babasıyla şöyle bir diyaloğuna şahit oldum. Babası sabunluğa, sabun doldururken (böyle bir ev işi var gerçekten) onu izleyen ev çocuğu:

'Baba, üzerinde zey tiin yağğ lııı yazdığını okudum'
'Aferin oğlum, evet zeytinyağlı sabunmuş bu'
'Yani içinde zeytinyağı mı var?'
'Zeytinyağlı sabun'
'Yani zeytinyağı'

6 yaşında sonuçta. Çocuk neyse o. Çocuklar her an yetişkinlere gizli şifreler verebilen, dünyayı gerçekçi şekilde algılayan fark edilmemiş filozoflarmış gibi inanmak isteyen varsa, malzemesi bol bir sanrı. Ama benim dünyayı çocukların yönettiği bir ütopyayı hayal etmeyi hiç içim almaz, hatta bırak dünyayı- kahvaltıyı bile yönetmesini istemem.

Çocuklar dünyayı yönetseydi çevreyi koruma, sevgiyi ön plana çıkarma, adalet ve barışın elden ele yayılması gibi gelişmeler yaşanmayacaktı, bu bilinsin. Şunlar daha makul tahminler:

Memeden ayırma süresi 5 yıla yükseltilecek.
Anneler ve babalar baş başa değil, ortalarına çocuğu alıp yatacaklar.
Çocuklar kakasını her gün yapmak zorunda değildir. 
Şişman birini görünce, onun şişman olduğunu söylemek ayıp değildir.
Kilodumu ayda bir değiştirebilirim.
İstediğim saatte uyuyabilirim.

Sonra da ertesi gün Rusya ile görüşme yapsın diye uyandır o çocuğu uyandırabilirsen. Bir de hangi çocuğun hangi ülkeyi yöneteceği sorunu var. Kimse Palau, Metonya ya da ne bileyim Gürcistan'ın filan başına geçmek istemez ki. Hemen hepsi Disneyland- Legoland sebebiyle Amariga ya da yemekleri (pizza) hasebiyle de İtalya'da yığılma yaşar. Müzakere günlerinde gerekli disiplini sağlayamayacakları için anlaşmazlık içeren konularda uzlaşamayacaklar ve kaos çıkacaktır (bu noktada öğle uykusundan hemen sonra, atıştırmalık saatinde müzakere programlamak mantıklı olabilir) Ülkemizdeki görev dağılımını düşünelim.. Ankara'da görev yapan bir çocuğa orada neden deniz, plaj, kum olmadığını açıklayamazsın- yaygara çıkarır, sümüklerini üzerine bulaştıra bulaştıra ağlar. İzmir'i düşününce de Çiğli diye tutturan olmayacaktır, yine kalpler fuara yakınlığı ve eğlencesiyle bilinen Alsancak diye atacaktır. Zor yani.

Ha illa 'olacak o kadar' solculuğuna bağlayacaksak, bak şunları söyleyelim, folklorik olsun.

Rüşvet, yalakalık, politiklik, riyakarlık, iki yüzlülük olmazdı. Bizimkinin mesela en azından okuma alışkanlığı var, matematik hesabı yapabiliyor- (oo inceden Berat Albayrak eleştirisi?) Ama aklı işlevsel olarak kullanamayan masum zeka hiçbirimizin işine yaramaz, artık salalım bu çocuklar dünyayı yönetsin düşüncesini, hadi he?

Olası senaryoya devam edelim:

Mesela Hot Wheels Bakanlığı mutlaka olurdu.
Salıncak Sırasına Girenler Kurulu
Dondurma İdaresi Başkanlığı
Makarnama Dokunma Yasası
Uluslarası Karlar Ülkesi Müzesi.

Yani sanıldığı gibi savaş uçaklarının olmadığı bir dünyayı unutun. Belki savaş teknolojisine bütçe ayırmak aklına gelmezdi hiçbirinin ta ki ülkesine ilk savaş uçağı gönderilene kadar. Sıraa ben deee, ben deee, ben de yollucaaaam! tepkisi kaçınılmaz. 

Çocuklar dünyayı yönetsin, her şey ne güzel olurdu diyenlerin Adolf Hitler'i bile özleyeceklerinden eminim. Söyleyeceklerim bu kadar.






19 Aralık 2018 Çarşamba

Annelere el vermeyin!

Sana da oluyor mu bilmem. Çocuklu kadınım diye bana bi panik, bi hassasiyet.

'Çocuk var tabi canım ya, yapamaman normal'
'Annesin sen, yorma kendini'
'Bak Kahve sen hiç kıpırdama, ben geleyim tamam mı? Otobüse binme sen, çocuk var'
'Hayatım kolay mı senin işin, yazık sana da ya, ağlasana biraz, rahatlarsın'

Hayır hiç de yakınan biri değilimdir. Pardon, arada yakınırım tabi ama konu genelde çocuk, koca, ev işleri üçgeninde olmaz. Hatta son 2 senedir, sohbetimde çocuğu malzeme olarak bile kullanmıyorum. Hiçbir yerden geri kalmıyorum, her boka burnumu sokuyor, canımın istediği planı yapıyorum. Yine de kutsalım yine de demincek doğum yapmış taze anne yaftasını alnımda taşıyorum. Yani, şey desem yerler: 'Çocuk uyutmadı akşam hayatııım, ay memeden ayrılmadı, canım da çok fena erik aşerdi, alıp gelsen, biraz da çocuğu kucağında sallarsın?' 

Belki hemen taksiye atlayıp gelmese de 5 yaşına gelmiş danacıkla ilgili böyle konuştuğum için beni delirmiş bulmaz.

Ne zaman böyle olduk diye düşünürken, kendime tahmini bir tarih verebildim. Anneliği trend mesleğe oturttuğumuz yıllarda başladı bu. Benim lise yıllarım. Bu temada karikatürler, istatistik bilgiler (bir anne günde kaç saat çalışıyor?), şiirler ve ciddi uzman demeçlerinin medyada yer almasıyla bizlere anneliğe saygı duymanın, namaz kılmakla eş değer sevap puanı kazandıracağı fikri aşılanmıştı. Çünkü ülkede konuşulmayan konu başlıklarından en büyüğü, kadınlardı. Derin bir boşluk... Konuşuldu ama yine acıklı ve dramatik tonda. Aslına bakarsan, blogcu anne'ye kadar bu konuda gerçekçi içerik üreten kimse olmadı. Bence. 

Bir toplantı yapıcaz örneğin. Ama senin çocuk var, zor olmayacak mı senin için? Şimdi bu sorunun empati yapmakla ilgisi olduğuna ben inanmıyorum. Karşında engelli bir birey olsa da aynı şeyi söyleyebilir misin? Ailesi çok muhafazakar biri olsa? Anksiyetesi olan biri?

Canım sende panik atak vardı, tutmasın orda krizin?

Arkadaşlarınla oturmuş, geyik çeviriyorsun. Sonra konu, içinde kalan- yapamadığın birkaç hayaline geliyor. Bu hayalini yapamadıysan anne olduğun için değil, totonu kaldırıp gerçekleştiremediğin için yapmamışsın. Ama içlerinden biri dudak büzüp, sana güya el veriyor: 'Canım ya, annesin sen, tabi ki yapamaman kadar doğal bişi yok hödö hödö'

Birine saygı duymak, ondan öyle bir talep gelmediği halde, o kişiyle ilgili yersiz kibarlık yapmak değil, unutalım bunu. Saygı duymak, karşındakini yetişkin yerine koymaktır. Bırakın, insanlar kendi yapabilecekleri / yapamayacaklarıyla ilgili gereken bilgiyi, ihtiyaç varsa, paylaşsınlar. 

Hepimizin hayatı öyle ya da böyle zor. Baş etmek ya da zorlanmak, kendi merdiven altı çabamızla ilgili. Bugüne kadar olanın tam aksini söylemek istiyorum: Anne olana el vermeyin. Anne olana gün verin. Yani normal randevu. Kime nasıl uygunsa öyle buluşun. Kimse kimseye lüzumsuz kibarlık yapmasın. Virüslü değil o, çocuklu.


annelerin de boş geçen, anlamsız zamanları vardır. bazen de böyle boş ve anlamlı!

25 Eylül 2018 Salı

Ebeveynliğin neredeyse 5. yılında hala acemisi olduğum işler

Ne sanıyordun Kahve? Aslında ebeveynlikte sonunda öğrenebildiğim şeyler olduğu için sevinmem lazım. Çünkü biliyorsun sürekli güncelleme geliyor çocuk evrenine. Ay ve haftalar içinde değişimi geçtim, aynı ailedeki iki çocuğun gelişim süreci bile çok farklı olabiliyor. Kısacası bu anneliğin uzmanlaşma şansı yok blog. Uzmanlaştığn şey, bir ilacın kullanımı ya da ne bileyim işte hangi yemeği hızlı hazırlarım, oyun seçenekleri, iyi okul nedir sorunsalı vs.

Benim hala acemisi olduğum başlıklar. TadadaDAM!

1) Çiş Yaptıramamak

İstediğim kadar işi iyi kıvırayım. Tek başıma bir sürü badireler atlatayım çocukla, yine de bi çişe yollayamıyorum iyi mi? Yok anacım, hala ikna etmenin yolunu bulamadım. Her sabah 72 dakka 'hadi oğlum çiş, el yüz yıkama' çilesi. Bazen sonu ağlamayla bitiyor. Bazen ikna oluyor ve bu kısmı ilginç bak: uzun uzun şarıl sarıl işiyor. Yani o çiş var, orada duruyor, peki neden beni yalvartmak?

2) O Balığı Yedirememek

O balığı yemiyor arkadaş. Ne yapsam yemiyor. Yerdi bu çocuk. Daha 1 buçuk yaşındaydı. Bir gün yanlışlıkla minik minicik bir kılçığa denk geldi ve DAN! Yıllardır yemiyor anasıngo satango. Bu konuda ne yapsam, ne hileler kullansam, üst akıl seviyemde çareler düşünsem bile ıı-ııh. Olmadı yar. O gün bugündür ne zaman balık yiyen çocuk görsem bir yıldız kayar gökyüzünden, gözlerim dolar, akşamına mutlaka kederlenirim.

3) Parmak Konusu

Konuşuyoruz, harekete geçiyoruz. Ama maalesef henüz bıraktıramadım parmak emmesini. En azından sadece uykuda yapıyor. Uykuya geçişte, uyanıkken emmeyi bıraktı. Bu konuda bir uzmanlık sağlayamadım, hala acemiyim. Kaçırıyorum fırsatları, rehberlik edemedim. Birkaç kez güzel fırsat geldi elime, değerlendiremedim. 5 yaş doğum gününe kadar çözebilsek ne iyi olur.

4) Kriz Yönetememek

Bu konuda hala üst level olamadım, olacak gibi de durmuyorum, olanlar var görüyorum, gözümden kaçmıyor. Hasta olduğumda, tatile çıkarken, ne bileyim ekstra bir hareketlilik-olağandışılık varken, baya bi taklaya geliyoruz. Aş olmuyor evde aş. Açlık oyunları dönüyor evde. Sabahtan kalma simiti koparıp duruyor herkes, mutfağa gire çıka. Simitin sonuna doğru bi yarış başlıyor, kim koparacak diye. Dışardan mı söylesek, annemde yemek var mıdır seçenekleri de gözden geçiriliyor illa ki. Saçma usül makarnalar ya da beynir ehmek felan da aş niyetine yenilebiliyor. Olur öyle deme blog, ben kriz zamanlarında çocuğu yıkayamadığımı, artık yavrumun kafa kokusunu buram buram aldığımı bilirim ajgfaghagf.

5) Ağlama Nöbetleri

Kaç yıllık anneyim, hala çocuğun hangi klasmanda ağladığını çözemiyorum. Bazen aşırı yorgunluk ağlaması oluyor, o zaman derdi kucak oluyor, sarılınca sakinliyor. Hastaysa, uzatarak ağlıyor ve kesinlikle uyku istiyor. Uykusu varsa, mızırdanmalı tür dediğimiz ağlama ve alınma hali oluyor, o zaman da duşunu aldırıp uykuya geçiş yapmak lazım, saat erkense bile kitap okumak filan lazım. Bir bakıyorsun açlıktan ağlıyor ama aklına aç olduğunu söylemek gelmiyor, bu ihtimali göz önünde bulundurmak lazım. Bunun için aç mısın evladım sorusu yetmiyor, önüne aş koymak ve geri çekilip izlemek lazım. Durmaksızın yerse ve aniden neşelenirse, doğru hamle. Zamanında anlamazsan ve gecikirsen vay halime. Erken menapoz sebebi.

Daha düşünsem neler çıkar neler. Aklıma geldikçe eklerim.

20 Eylül 2018 Perşembe

Dünyamın Küçüldüğünü Anlamama Yardımcı Olan Şeyler

Dünya kocaman bir yer. Metaforik olarak düşünce sistemimizi ne güzel temsil ediyor, dünya ifadesi. Şöyle bir düşünüyorum da bazen dünyam çok küçük oluyor. 'Ay onun dünyası çok küçük' dediğin insanlardan biri de ben oluyorum. Senin olmuyor mu? Dünyam küçüldükçe, bazı ön belirtileri fark ediyorum. Bu yazıda tam da bunları derliycem blog.

1- Empati yoksunluğu

Maalesef dünyası küçülen her insan gibi ben de farklı açılardan bakabilme esnekliğimi yitiriyorum. Sohbet ettiğim insanların arkasından 'niye öyle yapmış ki, çok saçma' şeklinde iç gıybetler döndürüyorum. Başkalarının tercihleri, istekleri, yaşam biçimleri bana çok da şey gelmiyor. Çok da şey. Anladın işte. Kendi perspektifimden değerlendiriyorum, yargılıyorum çünkü. Onun cephesinden, evrensel bakış açılarından bakma özelliğimi kaybediyorum.

2- Aynı yüzler aynı geyikler

Dünyam küçülünce, hep aynı çevreden oluşan bir güruhla iletişimde olduğumu fark ettim. Örneğin, parktaki anneler babalar. Konular aynı, geyikler aynı, orda patlayacak espiriler aynı.. Çile gibi. Ama oldukça güvenli ve çalıştığım yerlerden tabi. Küçük dünyamda kendimi güvende hissedebiliyorum öyle zamanlarda.

3- Yeni şeylere üşenme

Sarı çizgiyi geçmek istemiyorum dünyam küçülünce. Bildiğim sınırların dışında herhangi bir şey yapmak istemiyorum. Yeni bir aktivite her zaman 'sorun olma ihtimali' taşıyor. Kesin hasta oluruz, düşeriz, kaza yaparız, mahvoluruz şeklinde standart bahanelerim devreye giriyor ve müthiş bir şekilde benim yeni şeyler denememi engelliyor.

4- İçimde sıkıntı var klişesi

Bunu bildin mi? Ay içimde bi sıkıntı var... Bunu dönem dönem hepimiz dedik. O içimizdeki çıbanımsı sıkıntının aslında 'dünyası küçük insan' duygusu olduğundan eminim. Bunun sebebi yaşamında inişler çıkışlar, uç hisler ya da farklı deneyimler olmamasından. Kendi dünyasındaki minik zaferler yeterli geliyor ona. Ah seni küçük dünyalı..

5- Kendini ayıplamak

Bu aslında küçük dünyalılığın katilidir. Zamanı geldiğinde, kişiyi küçük dünyasından koparıp atacak tek aşamadır. Küçük dünyalı kişi başkalarına empati geliştiremediği gibi, kendisiyle de empati kuramaz. İlgisiz ve sınırlayıcı davranmaya kalkar. Kendisini küçük dünyasına yaraşır şekilde, düz - sorunsuz- olduğu kadar görmek ister. Ama hayat! Daha fazlasını istetir bize, değil mi? O zaman gelsin sorgulamalar, yağsın kişisel gelişim kitapları, dolsun taşsın insanı anlama arayışları, coşsun empati yaklaşımları...

Dünyam küçüldüğünde, kendimde hissettiklerim bunlar. Bende dönem dönem oluyor. Kısa sürüyor çünkü ben kendini ayıplama aşamasına hızlı geliyorum akjdgaag. Fakat ne zaman yerel duygularımdan evrensel bir platforma sıçrıyorum, düşüncelerim şehirlerarası çalışıyor, meraklarım uluslararasına taşıyor; işte o zaman ben dünyamı çok seviyorum.

Yakınlarda küçük dünyamdan kurtulma yöntemlerimi yazayım. Sevdim bu içsel dökülmeleri.


Not: Gün içinde yine yorumlara damlıcam <3

12 Eylül 2018 Çarşamba

Türk filmi replikleriyle ebeveynlikte ilk 4 yıl



Ebeveynlik, hangi sanatla daha iyi ifade edilir, dersen, kesinlikle sinema. Özellikle Türk sineması, bütün annelik dilini bir çırpıda özetleyen repliklerle dolu, yol gösterici, eğitici bir platform.

Gel, beraber inceleyelim.

Anneliğin siftahını yaptığımız o kutsal olduğu iddia edilen bebeğimizle tanışma anında sinema dilinde aslında neler söylemek isteriz?

Çeşitli Türk filmlerinden:

Doğum

'Oh ne saadet' (doğum bitti)
'Güzel olduğunuz kadar küstahsınız da..' (fakat memeyi almıyor?)
'Hayır Tamer.. olaylar sandığın gibi değil' (emzirmeye çabalarken, eşin gözünden tüm çekiciliğini yitirmiş gibi hissetmek)
'Az kazanıyorum belki ama namusumla, alnımın teriyle kazanıyorum' (pompayla süt sağmaya çalışırken)

6 Aylıkken

'Benim de senin yaşlarında bir oğlum vardı evladım' (uykusuzluktan evde bebeği tanımamak)
'Nolur gerçeği söyleyin doktor, yaşayacak mıyım?' (bebek için gidilen rutin kontrollerde, doktora sorulmak istenen)
'Bu ses.. bu ses, olamaz.. git, git burdan...' (12. kez uykuya geri döndürülen bebeğin, 13. (pardon 14 müydü? ) yeniden ağlayarak uyanması')

1 Yaş

'- Bundan sonra ne istersem yapacaksın, yoksa kendimi öldürürüm, sebebinin de sen olduğunu mektubumda yazarım. - Hayır yapamazsın, yaparsan seni öldürürüm. ' (bi yese ve bi düzenli uyusa, her şey çok güzel olacak, derdi ne bu çocuğun, mahsus mu yapıyor?)

'Söyle kaç para istiyorsun?' (uyumuyor ya, neden ya?)

'Samet onu seçmişti, babasını seçmişti' (baba-ba-ba seslerini çok seviyor, taksicilere baba diyor)

'Vücuduma sahip olabilirsin ama ruhuma asla' (tohalete gidemiyorum yhaa)

2 Yaş

'Karda donmak üzeresin, uyumak sana tatlı geliyor ama sen ölmek üzere olduğunu farkında değilsin' (başlarım 2 yaş sendromuna oğlumm sarkma ordan aşaa, çok tehlikeli, aaa koşma aniden yola arabalar varr)

'- Baba düşündüm taşındım, ya bana ismeti alırsın, ya da çeker giderim bu evden. - Hayır, şimdi gideceksin, defol evimden. - Baba istemiyorsan gitmiyim.' (hayır diyince geri adım atmak yoktu diymi, çikolataya hayır dedik bi kere, napsak kafasını da vuruyor marketin raflarına, gel gofret alayım mı hığğ)

'-Neden ağlıyorsun annecim? -Hayır ağlamıyorum yavrum gözüme toz kaçtı' (bezi bırakana kadar yerlerde hep çiş sızıntısı mı olacak böyle amk, neyse kızmıyoruz diymi, travma filan hani?)

3 Yaş

'Sen mi büyüksün, ben mi büyüğüm, ben yaşar usta, sen benim yanımda bir hiçsin anlıyor musun' (artık ipleri elime alıyorum, disiplin lazım, ne demek her gün yatağımıza gelmek?)

'Yok be anne bu benim baryamım değil, benim baryamımı ben gözünden tanırım, erif baktımı gözümün içine, içim titrerdi, canım erifi çekerdi' (çocuk yine hasta, huyu bozuldu, değişti, gitti lokum gibi çocuk)

'Seni hiç sevmiyorum süt oğlan.. babanı da sevmezdim zaten' (huylar babaya çekmiş, ay yok kayınvalideye çekmiş)

'Olmadı Neriman.. Yapamadım, seni unutamadım' (kreşten alırken, ilk günler)

4 Yaş

'Gulyabani diye bi'şey yoktur, olamaaaaz, ama olabilir deeee' (hayalet ne, canavar ne, allah ne, ölüm ne, camide nabılır, kadın erkeğin dudağından neden öber, ben de sizinle evlenecek miyim soruları karşısında)

'Evlenince pembe panjurlu evimiz olacak' (bu gece erken uyursa, dizi keyfi yapıcam)

'Yıkıl karşımdan' (bu yaşta merdivenlerde kucak istediğinde)

'Adam sanmıştım seni, meğer et parçası peşinde koşar dururmuşsun' (merdivenleri ceylan gibi sekerek çıkmasını, göz hizasına inip kurduğum doğru iletişimden zannederken. meğerse bi dondurma daha fazla yemek için (ya da çıkarında ne varsa) yaptığını anladığımda)

'-Hayattaki idealiniz nedir? -Hayatta bir idealim yok, televizyonun taksiti bitsin, inşallah onu da alıcaz' (ay bi büyüsün de)


***
İşte ilk 4 senenin özeti böyleydi. Bakalım gelecekte bizi hangi türk filmi klişeleri bekliyor?



Replikleri hafızamdan yazmadım. Ekşi Sözlük'ten faydalandım. 

17 Mart 2018 Cumartesi

Bunları öğren oğlum, beni tanı oğlum!

Annelikte ilk 4 seneyi devirdikten sonra, kazandığım bazı tatlı yeteneklerden biri de, 'her şeyi yapabilen anne' olmaya çalışmaktan vazgeçmek.

Ben misal, daha önce kendimi 'Çocuğum Çok Şanslı Çünkü Ben..' diyerek, zaten şefkatle karşılamış, olduğum halimi kabul buyurmuş, iyi kısımlarımı pohpohlamıştım. Şimdi de, işi biraz daha ileriye taşıyarak, annelikte neleri yapıp-yapamayacağımı dürüst şekilde önce kendime, sonra çevremdekilere duyuruyorum.

Örneğin, sabah erkenden oğlumla uyanıp, hoş bir kahvaltı hazırlayıp, çene çalmak, kitap okumak; yaparken keyif aldığım türden bir aktivite.
Ancak kahvaltı sonrası 'hadi anne arabacılık' dendiğinde, üzgünüm; ben ARABACILIK OYNAMAYI SEVMİYORUM tatlı kuşum, napayım? Çocukken de ilgim yoktu, şimdi de ilgim yok. Elime o sıkıcı arabaları alıp, oynamak için yanına bağdaş kurduğumda kendimi de aşırı sıkıcı hissediyorum evladım, anlaştık mı?

Oğlumla beraber sokaklarda gezmeyi, ağaçları bitkileri incelemeyi, markete uğrayıp alışveriş yapmayı, parkta vakit geçirmeyi çok seviyorum. Hiç sıkılmam. Fakat, gel gör ki beraber apartman merdivenlerini çıkmak bana kan kusturuyor. Orada aşırı sabırsız birine dönüşüyorum ve herhangi bir talebi olumlu karşılayamıyorum. O merdivenler çıkılacak, bitti.

Aynı kitapları defalarca okumak, masal uydurup onları canlandırmak, dergileri karıştırmak, bana da çok iyi geliyor. Eğleniyorum. Ancak çizgi film saatinde vasat seslendirmelerle hazırlanmış, dandik senaryolu, itici karakterlerle sunulan çizgi filmler, bende tırnağı tahtaya sürtme hissi uyandırıyor. Nefret ediyorum. Hele o müzikleri... Bu yüzden o çok istediğin çizgi filmleri seninle oturup, keyifle izleyemiyorum canım oğlum. Kusura bakma artık.

Seni yıkamayı, tırnaklarını kesmeyi, saçlarını şekle sokmayı, yatağında sana eşlik edip elinden tutmayı hiçbir şeye değişmem, çok zevkli. Fakat maalesef başucunda uyumanı beklemeyi sevmiyorum canım oğlum. Çünkü benim de yapmak istediğim başka şeyler var o sırada; kitap okumak, bulaşıkları halletmek, dizi izlemek vs. Lütfen bensiz uyumaya alış artık olmaz mı? Beraber yatağa girebiliriz, biraz elinden tutabilirim evet. Fakat sonra veda öpücüğünü verip, yanından ayrılmak istiyorum. Bu konuda netim. Biliyorsun bazen bu uyku süresini sırf çene çalmak için 1 saate kadar uzatıyorsun, bu durum bende çıbanlar çıkarıyor, uyuz oluyorum.

Sözünü kesmemeyi, sen ne dersen elimizde kağıt-kalem 'nerdeyse' notlar alır gibi dinlemeyi, kendimize şiar edindiydik. Biliyorsun. Doğduğundan beri hem de... İlk 'gık' sesini bile saygıyla dinlemiştik. Fakat babanla bir şeyler konuşurken, sözümüzü kesme çabaların, kendini duyuramadıkça da sesini olabildiğince rahatsız edici şekilde yükseltiyor oluşun, bize sağdan soldan geliyor, haberin olsun. Söz kesmeyeceksin evladım. Anneliğimde değişen önemli bir kısım: Ben sana saygı duyuyorum, senden de benzerini bekliyorum, kapiş beybi?

Yapboza, legoya saatlerce okeyim ama seninle evin içinde yarış yapmaya yokum. Çünkü sevmiyorum oğlum, farkında mısın? Fark etmiş miydin? Babanla oyna. Ya da arkadaşlarınla... Ben hiç eğlenmiyorum yarış yaparken. Aksiyonlu oyunlarda da aşırı sıkıldığımı söylemeliyim. Ama eğer istersen, figürlerinle maceralı bir ortam kurup, onlarla hikaye oluşturabiliriz. Uzayda geçebilir maceramız mesela...

Bunları öğren oğlum, beni tanı oğlum. Israr etmekten vazgeçersen, benim yapabildiklerimle yetinmeyi becerebilirsen, çok eğleniriz bak oğlum. Arabacılık deme oğlum, yapma oğlum, kırmızı arabayı bana uzatma oğlum, kim hangi takımda yani anlamadım oğlum, yine beni geçiyosun yarışta- ben geçsem hemen mızıkçılık yapıyosun oğlum, yeterin oğlum!









5 Şubat 2018 Pazartesi

Analıkta Varoluşsal Sorunlar


Eğer elini kolunu analığa bir kaptırdıysan, en sık büründüğün pozisyon afedersin 'domalmak' oluyor. Bu domalma pozisyonu yavaş yavaş gelişiyor tabi, hemen ilk günden değil. Önce ilk adımları için eğilerek ellerinden tuttuğun velede uyum sağliyim derken vücudun bükülüyor. Sonra da işte hayat. Gerisi geliyor. O nazikçe yere çömelen genç kız, domalarak iş yapan tarlacı teyzeye dönüşüvermiş. Geçen özendim; botlar, mini şort ve salaş bir üst başla, öyle bi hoş olayım dedim. Tarzımı sevmişim, aynalarda kendime bakıp duruyorum filan... Sonra ailecek dışarıya çıktık. Yok burnu aktı, yok atkısı çıktı, yok sırtı terledi derken farkında olmadan bedenim dönüşüm geçirmiş bile. Bi baktım kendime ben yine domalmışım, ağzım da Umut Sarıkaya çizimlerindeki gibi çemçük olmuş, çocuun bellerini topluyorum. Yemin ederim annelik yaparken havalı olmak ödem yapıyor bende. Olmuyor. 

kadınlarda 'anne' olmayla gelişen 'domalma' pozisyonu

Bir de bu annelik çok feci bir olay ya. Abartı şekilde psikolojik bir mevzu. Örneğin dışarıda top oynuyorsunuz. Üç kişi, ayakla top atışları yapma oyunu. Ben babasına, babası ona, o bana gibi böyle rastgele atışlar. Ben ne zaman ev erkeğine atsam, o top yamuk. Uçuyo gidiyo tee nerelere. Yandan geçen adamın kafasına çarpıyo, koca parktaki tek su birikintisine giriyor filan... Ama oğluma atış yapıyorsam, her seferinde başarıyla önüne servis ediyorum o topu. Aman evladım yorulmasın, onun için en iyisi neyse o olsun psikolojisi değilse nedir bu... Ya da uykusu gayet ağır olan biri olarak, evladımın sessiz osuruklarını bile duyuyor olmam geceleri?


Gelelim diğer konuya. Şu yukarıdaki resimde sen ne görüyorsun bilmiyorum ama ben bir dram görüyorum... Anneliği 4 sene sonra bile hala tanımlamaya çalışadurayım, yapılacak en büyük kazımlığı yapmışım, bu hafta fark ettim. Ev çocuunu tüketim kültürünün hırçın delikanlılarından biri haline getirmişim. Memnuniyetsiz, talepkar ve sürekli sıkılan biri.

İstersen jelibon salatası yapiyim? Nutella havuzuna ne dersin? 
Her şey hasta olduğunda başladı aslında. Hastalık zamanlarını bilirsin. Çocuun huyları, ters yüz olur. Daha çok çizgi film ve daha çok atıştırmalık klasmanındaki gıdalara izin vardır. Arkasından benim koşturmalarım yüzünden, kreş dönüşü sokakta hiç durmadık. Onu ikna etmek için birkaç kez kırtasiyeden minik bir şey alma rüşveti verdim. Bu sadece 2 kez oldu ama her gün kırtasiye konusunda şansını denedi.

Arkasından ev erkeği, yolculuk öncesi ona çok sevdiği 4 adet Harika Kanatlar figürlerinden aldı. Ve bence aşırı pahalıydı. Bizim normalimize göre, o oyuncak alındıysa, daha 2 ay bi'şey alınmamalı, o derece çok gereksiz para. Ve sonra yolculuğa çıktık. Her gittiğimiz yerde, ev çocuğuna özel sürprizler.. hediyeler.. oyuncaklar.. Sonra ben bir yerde zayıflık yaptım. Yolculuk sırasında 1 günlük ateşlenmişti. Ve ona yollarda yıprık oldu diye üzülüp, çok istediği bir jeep'i almıştım. Bunu yapma sebebim tamamen 'eyvah çocuum karda kışta yollarda güçsüz kaldı' evhamım aslında.. Tanıdın bu hissi değil mi?

Çok saçma.

Ve şimdi geldiğimiz nokta; hafta sonu sabahı yatakta durmuş, tavana bakarak şöyle diyordu:

'Off anne, salonda yeni hiçbir şey yok'
'Nee hö? Yok tabi.'
'Ama ben yeni şeyler olmadığında çok sıkılıyorum anneeeee'

Ve o gün boyunca Harika Kanatlar'ın Donnie figürünün sesli ve ışıklı olanını istedi bizden. Bazen ısrarcı, bazen yakalalıkla, bazen kederli... Biz anladık gidişatı ve net bir konuşma yaptık. Maalesef babası geçen aydan lego alma sözü vermişti. Yaz gelene kadar sadece lego alabiliriz, başka bir şey alamayız diye anlattık. Hem evdeki oyuncaklar koca bir sınıf çocuğa bile yeterdi, onlarla neler neler oynardık, ayrıca çok fazla oyuncak almayı doğru bulmuyorduk, elimizdekiler de harikaydı zaten, üstelik çok da para harcamıştık oyuncağa.. hepsini anlattık.

Donnie bu işte...
Yine de şansını defalarca denedi. Lego yerine Donnie olmaz mı diye... Ben oyumu 'hayır' olarak kullandım. Babası 'o zaman lego almayız' dedi. Sanki legoyu çok salladığı var şuan. Donnie dediği oyuncakla oynama süresi toplam 10 saat filan olacak. Biliyorum. Ayrıca çok pahalı. Açık açık söyledim fikirlerimi... Ev erkeği de bana katıldı. Sonra nasıl olduysa ev çocuu da ikna oldu. Onun yerine küçük legolarına yeni parçalar alıp, istediği oyuncağı kendi yapabilirdi. Fakat bu kez de hemen o gün alınsın istiyordu. Hayır, dedik tabi ki, biraz beklemeliyiz. 

Bir zamanlar sadece legolarıyla mutlu olan çocuum (geçen aydan)
Fakat bu huyu kazımamız baya zaman alacak biliyor musun? Oyuncak yüzünden keş gibi oluyor bu çocuk milleti. Ve her konuda böyle tabi ki. Ekran, abur cubur... Oyf ne yorucu. Bu nedenle üşenmiycen; çocuğun her anını, her baktığı yeri ve tüm dünyasını renklendirmiycen. Biraz boşluklar bırakıcan... Sıkılma baloncukları ve hiçbir şey yapmama saatleri olacak... Boş kutularla baş başa bırakıp oynamasını bekliycen.. Yok öyle her yeri doldurmak, renklere boyamak.

Bana kalırsa doğrusu legoyu öteki ay almak. Lego nasılsa boş oyuncak değil, yatırım. Ve yaza kadar kitap-dergi-boyalar dışında hiçbir şey almamak.

Yine çocuk büyütürken aynadaki yansımamla karşılaştım sayın gençler. Kolaycılık yaptığım günlerin sonunda, bir baktım oğlum da kolaycı olmuş benden 'zor' şeyler istiyor. Ya işte bazı şeyler domalmadan (terbiyeli anlamda) olmuyor :)

Not: Tabi ki hastayken çocuğa jelibon salatası ve nutella havuzu vermiyorum jasgajsfgakjf : )

Bugün ben yeşil çay, sen?


20 Temmuz 2017 Perşembe

Oğlumun Öpmek İstediğim Davranışları


bakışı öpmek
İnsan evladı, çok emek verdiği her ne ise; köpek, tavşan, hırbo sevgili, aile, ders, iş ya da çocuk- verdiği emeklerle sevgisini pekiştirdiğinden, direkt 'gurban olurum' seviyesine yükseliyor zaten. Çocuktan sonra da aynı formülü kendi adıma yeniden ispatlamış oldum elbette. Fakat bu aralar, davranışından öpesimin geldiği bazı detaylarını not alasım var oğul kuşumun. Unutmaktan korkuyorum be hala gızları. Ne demişler, söz uç yazı kal.

➜Ev çocuğu, oyunlarda başrol olmuyor. Genelde sağ kol oluyor. Örneğin ben lider oluyorum, o da benim her dediğimi yapan Sebastian oluyor. Heidi hikayesinde şu ara en çok Sebastian olmayı seviyor. Benden yani Bayan Rottenmeir'dan Heidi ve Clara'ya karşı yerine getirilecek emirler almak onun için büyük şölen. Masa hazırlarken, yardım etmeyi seviyor olaylarına girmiyim, onu sevmeyen çocuk pek yok. Çocuklar kendilerine görev verilmesinden oldukça keyif alıyorlar ancak anladığım kadarıyla ev çocuğu bu konuda kariyer odaklı. Tatlı ya, yerim.
Sebastian

➜Geçenlerde kötülük yapmak istemiş. Anneme yaklaştı; 'kötülük yapmak istiyorum anane' dedi. Annem de ok hadi yap, dedi. Gitti, salonda duran oyuncak sepetini devirip kaçtı. Ve gerçekten çok mutlu oldu be. Öperim aksiyonunu onun.

➜Dün elimi bırakıp, yola fırladı. Aslında tam yola çıkmadı, kaldırımda frenledi kendini. Fakat ben çok korktum, aniden gelişti ve ayrıca bizim buralarda kaldırım da gayet güvenliksiz, motorlar vs açısından. Sesimi yükselttim, derken arabanın içinden babası da çıktı, o da 'kendi başına yola fırlayamazsın' temalarında, konuştu. Derken yavrum başladı ağlamaya. Kucakladık. Dedim, çok korktum oğlum, yapma bir daha lütfen. Ağlarken, şöyle dedi: 'Hayır yüzün kızgındı, korkmadın, sen kızdıın, zaten canavar da yoktu'. Hıçkırarak ağlıyordu. Ah canım sadece canavar olunca korkarız zannediyor.

➜Hafta sonu dolmuşa binecektik onunla. Onu durağa yerleştirdim, ben ayakta dolmuşları gözetliyorum. Derken emin olamadım, doğru yerde mi bekliyorum diye. Gelen ilk dolmuşa el kaldırıp, yaklaştım, tam kafamı uzatıyordum ki, baktım 'tapa tapa tapa' koşarak endişeyle bana geliyor yavrum. Onu bırakıp gidiyorum sanmış, onu unuttum sanmış. Yüreğimi dağladı bu olay ya, kıyamam. Normalde her şeyi açıklarım aslında, bu kez unutmuşum. Ahh ya.

➜Bu aralar, telefonumdan fotoğraf çekme denemeleri yapıyor. Hoşuma gidiyor, engellemiyorum. Çektiği fotoğrafları gün içinde sık sık kontrol ediyor, izliyor. Telefonum ne idüğü belirsiz karelerle dolu. Onlara bayılıyor. Aslında hepsi çöp ama silmeye kıyamıyorum.
müthiş altın oran


➜Parmak emme alışkanlığına geri döndü. Sordum bir gün, neden yapıyorsun, vazgeçemiyor musun dedim. Anne, ben parmağımı emmiyorum, parmak ağzıma giriyor dedi. Çok çaresiz görünüyordu, canım benim. Gerçekten bağımlılık yaşıyor, hem de en zorlarından... Ne yapacağız, ufukta çözümüm yok.


--

İşte böyle, aklıma bir anda gelenler bunlar oldu. Eminim bunu yayınladığımda daha bin tanesi üşüşecek zihnime. Şimdilik bunlar olsun. Daha devam ederim ben bu not almalara. Şimdi şimdi anlıyorum ki, kendisi henüz karnımda temas kuramadığım bir haldeyken bile, varlığını öpmek istiyormuşum. Adını koyamıyormuşum.
salaş hamile insan gadını


Kahve yerine çay bugün. Sizin de oluyor mu öpme isteği sevdiklerinizin davranışlarından?



26 Haziran 2017 Pazartesi

Çocuk Beslenmesi Hakkında Devrim Yaratmayacak Yazı


Çocuk 'beslemek' sorunsalı, yüzyılların konusu. Oturup burada farklı ve tüm kuralları değiştirecek açıklamalar yapacak değilim. Ancak istikrarlı olduğum yerlerin, en azından benim imkanlarımda ve evdeki çocuk modelinde işe yaradığını sabahın şu kör saatinde anlatasım geldiyse, bıraqın da anlatayım!

Ne zamandır kursağımda duruyor çocuk beslenmesi mevzusu. Çünkü bu konuda yaşadığım yerde öyle yalnızım, öyle takımsızım ki- Türkan Şoray'ın palyaço kostümündeki ağladığı o sahnedeki gibi, sürünüyorum anasınko satanko. Bayramın gelmesiyle, her yerde ulaşılabilir halde olan tüm boyalı şekerlerden, ardından ig'de gördüğüm 'AVM'lerde şekerci istemiyoruz' kampanyasından sonra, bi omuz- yalnızlığımı paylaşmak isteği duydum.

Öncelikle ben aşırı şeker aktivisti bir anne değilim. Öyleleri de var, acaip bayılıyorum. Çoğunuzun tanıdığı, benimse çok yakın zamanda keşfettiğim Devletşah var. Kendisi aslında ünlü blogger, youtuber ve TV programcısı olarak da bilinen, çok yönlü- iç açıcı bir kimse. Ancak herkes gider Mersin'e, ben giderim tersine bi insan olduğumdan, ben onu eşi Barış Özcan'ın videolarını izlerken tesadüfen keşfettim. Şekeri oğullarının hayatından olduğu gibi uzak tutmayı başarmış, bir aile onlar. Hatta, Sufi'nin doğum günlerinde, kocaman bir karpuz(!) pasta hazırlayarak, partiye davetli tüm şekersever junior kitlenin ilgisini 12'den vuran olaylara giriyorlar. Sufi doğum gününde yiyeceği karpuz pastayı günler önceden iple çekiyor, hayaliyle yaşıyor. Yediği içiyle dışıyla 'karpuz'... Karpuzlu bir şeyler değil. Karpuz dilimli, aromalı, kokulu vs değil. Normal hani 'daha karpuz kesecektik' karpuzu. Tarifi şu linkte var.

Kavun ve karpuzdan pasta

Benim şekerle ilişkim, bu seviyede değil. Tümden kesmedim. Ev çocuğuna yedirdiğim abur cuburlar var. Bunlar bir grup sağlıklı atıştırmalıklar; işlenmemiş kuru yemişler, meyveler, kuru meyveler, ev yapımı dondurma, smoothie'ler, nadiren de şekersiz hamur işleri vs.

Bir diğer grupta da gayet sağlıksız ancak 'olabilir' dediğim atıştırmalıklar; çubuk kraker, çok minimal düzeyde hazır dondurma, peti bör bisküvi, bitter ya da bitteri yoğun çikolata, hazır lor kurabiyesi,  işlenmiş kuru yemiş, evde pişen şekerli hamurlular.
En seksi abur cubur


Görüldüğü gibi oğluma radikal bir sınır çizdiğim yok; ancak ortamların parmakla gösterilen annesi (dedikodu anlamında) çocuklarına cips alıp parka götüreni değil, gelen cips teklifini reddeden olarak bizzat ben oluyorum. Şeker bayramında, ikram edilen şekeri kabul etmediğim zaman üzerime yapışan bakışlar filan oluyor. Sosyalleştiğimiz yerlerde, hazır meyve suları yerine sadece 'su' ikram edilmesini isteyince, bir uzaylı görseler ilgi daha az olurdu, garanti.

'Sizin çocuk cips yer mi' dendiğine ben..


Jelibon, şeker, cips, baharatlı krakerler, kremalı bisküviler, şekerli içecekler, meyveli sütler, şerbetli tatlılar gibi yapış yapış 'şeyleri' yemesini engelliyorum. Bunda hiçbir zaman tereddütte kalmadım, her zaman nettim. Sebebi de 'sağlıklı' beslenme değil, kötü alışkanlık oluşturmamak, şimdiden bir damak tadı inşa etmekti. Şuan kendisi 'biz şeker yemeyiz' gibi sloganlarla boy gösteriyor, ancak izin versem o da rengarenk yapış yapış dünyasında aklını yitirir, eminim. Fakat bu zamanla değişecek. Bir gün artık damak tadında bir 'şekerli limiti' oluşacak. Mesela çok tatlı şeyler, ona ağır gelecek. Ya da fikir olarak yanlış bulacak, tercih etmeyecek. Bu bilince ağır ve zor yollardan kavuşacak.


Ben bu bakış açısını kendi totomdan uydurdum. Kimse bilimsel bir yan aramasın. Bu bir inanç. Ancak elbette bu konudaki kıvrak olmayan, net tavrımla ilgili karşıma 'destekçilerden' ziyade, muhalifler çıktı dersem, aybolmaz değil mi kimseye?

  • Nasılsa ilkokulda alışacak.
  • Bir gün senin haberin olmadan harçlığıyla alacak.
  • Sen ne yaparsan boş, zamane çocukları böyle.
  • Ben korudum da ne oldu, bak kola bile içiyor.

Katılmıyorum. Evet belki arkadaş ortamının gazına gelir. Üç beş defa o da alır. Ama devamı gelmez. Bilincine büstü yapıldı çünkü ; 'Biz şeker sevmiyoruz'. Hadi en kötü senaryo olsun, yetişkin bir erkek olduğunda, ekmeğini yer bu aile kuralının. Onun tüm mutfakla olan ilişkisini bile etkiler. Bunu öngörebiliyorum.

Buralar şimdi dutluk ama ileride şeker-cips gibi şeyler yiyen çocuklara, sigara içmiş muamelesi yapılacak. Tamamen bence tabi. Nasıl şimdi eskiden otobüslerde sigara içiliyormuş ya diyip makaraya alıyoruz toplumu, benzer muhabbet boyalı şeker yiyen çocuklar üzerinden dönecek.

Makyajsız şeker

Tüm bunların yanı sıra, ev çocuğunun beslenmesi konusunda 'ne yediği değil, ne yemediği' felsefesi üzerine kurduğum tüm sofralarda, hiçbir zaman tabağındaki tüm köfteleri bitirmesini kendisinden istemiş değilim. O gün hiç sebze yememiş de olabilir, kabulüm. Bazen günlerce yumurta yemek istemediği oluyor, eyvallah çekiyorum. Aylardır balık yemediğini söylediğim herkes çocuğumun gelişimi için evhamlanıyor. Ceviz yiyor, o da okey benim için. Tek önemsediğim sağlıklı şeyler yemiyorsa bile, sağlıksız şey hiç yemesin abi. Aç kalsın, o bile uygun. Yeter ki sağlıksız damak tadı gelişmesin. Canı tatlı çektiğinde, zihninde canlanan şeker katmanları makul düzeyde olsun. Stresini yenmek için abur cubura koşmasın.

Özellikle kreşlerde çocuğunuzla ilgili tabağını bitirip bitirmediği raporlanır. Umrumda bile olmadı. Hatta menüde tavuklu pilav varsa, ve 'yemedi maalesef' şikayeti aldıysam, 'oo güzeeel' diyorum içimden. Beyaz pirinç pilavı ve ne idüğü belirsiz tavuk etinden kazancımız ne? Hiç. Onun yerine iki dilim elma yesin, mutlu olurum ben. Akşam da telafisini yaparım evde.

Kısacası oğlumun ne yediği çok umrumda değil. Ne yemediği, üzerinde çalıştığım bir alan. Yoksa derdimiz yanaklarından sağlık fışkıran bebe projesi oluşturmak değil. Ben ki günü kurtarmak için az mı fakir sofralar kuruyorum, besin piramidini ters döndüren günlerden geçiyorum. Hastalık günleri var... Rüşvete ihtiyaç duyulan anlar var. Kurallarım değişmiyor. En çılgın kaçamaklar bile eser miktarda 'garip yapışkan şeker' içermiyor. Çünkü hedefimiz damak tadı. Hedefimiz kötü alışkanlıklar savaşı.

Sonuç?

Maalesef annem ve ev erkeği hariç kimseyle bu konuda ekip olamıyorum. Ortamda gerginlik rüzgarları esiyor, kaçınılmaz şekilde. Kreş, park, toplu taşımalar, arkadaş buluşmaları... Hatta çocuk susturmak için şeker silahını kullanan doktorlar! Hepsinde 'aşırı takıntılı anne' etiketini tam ense köküme kadar yiyorum. Açıklama yap, rica et, gönül al, yanlış anlaşılıp anlaşılmadığını kontrol et. Hep bu döngü. Fakat değer. Çünkü ev çocuğunun şeker konusunda damak tadı şekillenmeye başladı bile. Kendi doğum gününde dahi, hiçbir pastadan ikinci çataldan fazlasını alamıyor. Bir kez ben müdahale edemeden, ikram edilen jelibondan yemiş bulundu ve onun o çok 'çiğnenme' hissine şaşırması dışında, 'zevk' almadı. Bir daha da marketlerde görmesine rağmen istemedi. 'Bu jelibon muuğğ' diye soruyor, o kadar. Konu kapanıyor. Hazır dondurma veriyorum çok az, ama içine taze meyve koyuyorum. Baskın tat yine meyve oluyor, aslında.

Etrafımızda bir çok iyi gıda var. Hangisini yemek istiyorsa, onu yesin bence veletler. Kendimizi 'yeterince semizotu yemiyor' diye üzmemize gerek yok. İsterse sadece salatalık kemirerek 'yeşil' ihtiyacını karşılasın ama yeter ki ağzı kremalı, yumuşak, şekerli ve asitli tatlar aramasın. Belki günü kurtarıyor ama tartışmasız geleceğe de borç yazıyor.

Sağlıklı beslenmeden şunu anlamasak artık?

Çocuk beslenmesi konusunda okuduğum en iyi kaynağı şuraya not düşmeden de bu yazıyı bitirmiyim. Bu kocaman uzun yazıyı baştan sona okuyanlar olduysa, kalpten bir kahve!








3 Haziran 2017 Cumartesi

En çok kim yoruluyor? Çalışan mı çalışmayan mı?


Konu yine aynı klasmanda: Analık.

Çalışmak ya da çalışmamak. Şimdilik işin bu kısmını bir kenara koyalım ve hep beraber yorgunluk-yorulmak-yorulayazmak-yorgunsamak gibi konulara bir dönüp bakalım.

Beyinde asılı duran 'yorgunluk'

Kendimle yaptığım önceki etütlerde anneliğin meğerse kutsal bir şey olmadığı konusunu işlemiştim. Temamız, sorumluluk almaktı. Doğumdan itibaren uzanan sorumluluklar listesi, o listelerin update edilmesi, her ne kadar eş/kreş/anane-babane gibi kanallara bölünse de kontrol merkezinin 'anne' organında toplanıyor olması, bizim fon rengimiz olsun. Bakınız buraya kadar olan kısımda, çamaşır yıkamaktan, yemek pişirmekten, bok temizlemekten filan bahsetmedim bile. Yani siz sarayınızda yaşayan bir leydi bile olsanız, sorumluluk sahibi olma zorunluluğu sizin kaderiniz.

Yorgunluk loading... Şimdi her şeyi bu fon rengi üzerine çizmeye başlayalım.

Anne ve baba olmanın tüm sorumluluğu Kemalettin Tuğcu öykülerindeki gibi 'doyurmak, sıcak tutmak, yatacak yer bulmak' değil. Anneannemin zamanında da böyle değilmiş. O zaman da 'eğitimli bireyler olsunlar, kendi ayakları üzerinde dursunlar' alt motivasyonu ile kırbaçlıyormuş analar kendilerini. Zira anneannemin 7 kızını o fakirlikte kendi deyimiyle 'meydana çıkarabilmesinin' başka motivasyonla imkanı yok. Fakat tüm bunlar 'sorumluluk almak, kendine borçlanmak, kafada 4 bin tilki gezdirmek' kategorisiyle zihnimize yorgunluk parkesini baştan seriyor zaten. Yorgunluk % 65 loading...

Bakın buraya kadar hala çamaşır yıkamak, yemek pişirmek ve bok temizlemekten bahsetmedim.

Bizim neslin anneleri ise, daha farklı. Uzmanların kırbaçlarıyla hepimizin ödü totosuna karışıyor. Uyku, beslenme, oyun, aile içi iletişim gibi tamamen bize ait alanlarımızı bir sürü uzman quotes'ları doldurmuş, en rahat olmamız ve en çok keyif almamız gereken anlarımızı şüphe/tedirginlik/koltukaltı terlemesiyle bölüşür olmuşuz. Yorgunluk %85 loading...

Şöyle doya doya oğlumla uyumam (yoksa uyku eğitimi yok mu), beraber keyifle bir şeyler yememiz (organik mi o yımırta?), kafamıza göre takılmamız (montessori oyunları lütfeen) anneliğimin anca 3. yılında mümkün oldu. Tabi karşıma 'çok kasıyorsun, ben rahatım o konularda' diyen argadaşlar da çıktı. O rahatlığın da, aslında rahatlık olmadığını anlamak için biraz dikkatli bakmak yeterliydi.

'Ben çok rahadım'

Kafamızda doğrular, yanlışlar, ön yargılar, elti deneyimleri, fenomen görselleri, komşu fikirleri, kayınvalide görüşleri çınlıyorken, nasıl yorgunluğumuzu atacağız?  Çocuk büyütme serüveninde yorgunluğu çalışan-çalışmayan anne yelpazesinde değerlendirmek, çok boş. Bir kere her çalışan anne modeli bir mi?

Sevmediği işte çalışanı var, mutsuz evliliği olanı var, işten eve iki saatte ulaşanı var, çocuğunda sağlık problemi olanı var, kendi sağlık sorunu olanı var, hiçbir aile desteği görmeyeni var. Başka? Bayılarak işe gideni de var, o işteyken çocuğu cillop gibi takılanı, işten eve hop 15 dakikada ulaşanı, hafta sonları free olanı, akşam yemeğine hazır konanı, temizlikçiye bütçe ayıranı.

Her çalışmayan anne bir mi?

Evde çok çocukla yardımsız olanı var, üzerine bir de hasta-yaşlı aile üyesi bakanı var, kocası kendisinden mükellef ev hanımlığı bekleyeni, 4 çeşit yemek alternatifi görmeden sofrada surat ekşiteni var. Başka? Ekonomik sıkıntıda olmayıp, çocuklarla keyifli aksiyonlara girebileni var, tatillere gidebileni, bunları instoşa yükleyeni, çocukları başka aile üyesine emanet edebilip cilt bakımına uçabileni, hatta kreşe gönderip tüm gün evde rahatça işlerini halledebileni var.

'İşkur'a başvurdum janım yaa, çalışmayan hala olmak çok zor'

Milyonlarca farklı konum, mod, ortam. Bir örnek vereyim. Kıbrıs'ta üst katımızda, tek kişilik dairelerde bir aile yaşıyordu. Çocuktan sonra kadın kişi çalışmayı bırakmak zorunda kalmıştı ve durumları pek parlak değildi. Bir gün ben bir şey için(neydi hatırlamıyorum) ev çocuğunu da alıp, evlerine ziyarete gitmiştim. Bizimkinden 1 yaş büyük oğlu var. Yaz sıcağıydı. Abi o Kıbrıs leş sıcağında o evde klima yoktu ve bunun ne demek olduğunu hiç Kıbrıs yazı yaşamamış olana anlatamam ben. Kadın o halde, hamileydi üstelik, o toddler kıvamlı bebesine, tek kişilik dairelerinde bakıyordu. Bu da çalışmayan anne ve 'kim daha çok yoruluyor' sorusuyla incelenecek gibi değildi durumu.

Yaani, çalışan anne-çalışmayan anne yoktur bence. Hayatlar vardır. Bazıları için hayat biraz kolay olabilir; bazıları için daha ağır geçer. İki elimiz kanda olsa alışırız bak hayatımıza, bu da var. Ama yorgunluk? Kim daha çok yoruluyor, bilemem. Ama daha az yorulanı, kesinlikle severek eylemde bulunanlar. İşe severek giden, evde severek kalan... Sevmek, istemek, ihtiyaç hissetmek. Bu durumda, konu hakkında ahkam kesen, çalışırken çalışmayana- çalışmazken çalışana beylik sözler söyleyen gadınlara gadınlarımıza kulak verirken, oradan yalınayak kaçasım geliyor.

Çalışmaya başladığımdan beri hiç yorulmuyorum ben. Yavruma akşam taze enerjimle kavuşuyorum. Şanslıyım ki yemeğimi pişiren bir eşim var. Hatta doğru koordinatları girersem, hafta içi temizliği de halleden. Annem var, yavrum hastayken ona bakan. Şuan inanın tek vazifem, hayatımdan zevk almak. Daha ne olsun?

Kısaca; çalışmazken evde daha çok yoruluyordum. Daha tembel ve eylemsiz olmama rağmen. Çünkü yorgunluk beyinde asılı duran o kaostur (bakınız ilk görsel) Mutfak tezgahı da her an pırıl pırıl olmasın bi zahmet.

Yorgunluk gahvesi evladım



12 Nisan 2017 Çarşamba

Ne zorum vardı da çocuk doğurdum?!

Anneliğin bazı günlerinde ben...

Soruyorum kendime.
Ne işim vardı analıkla acaba? Mis gibi serserilik filan, zaman geçiyordu.

Gerçekten merak ediyorum. Benim gibi hiçbir kurum ve kuruluş tarafından 'hadi artık torun yok mu' zorlamasına maruz kalmayan (daha doğrusu ciddiye aldığım kurum ve kuruluş), evlendiği insan kişi çocuk sahibi olmaya dair sıfır plan yapan, toplumun hiçbir beklentisine prim vermeyen biri olarak nerden doldum taştım ana olma isteğiyle?

Bir sabah uyandım ve o istek geldi diye hatırlıyorum. Abartısız. Ne zaman analıktan başım sıkışsa-şikayet etsem, o dönemlerimi iyi bilen annem omuzlarını silker, şöyle der; 'anne olmayı çok istedin'...
Annem hiçbir zaman bu isteğime anlam veremediği gibi kendisi ikinci çocuğu hiç düşünmemiş biri. Hatta sanırım birinciyi de düşünmemiş. Kısmet, evladım!

Fakat benimki kısmet değildi. Basbaya doktorla kafa kafaya verip geliştirdiğim bir organizasyondu. İstedim ve oldu. Çok sevdim, çok emek verdim, sevgim hudutlarını aştı, büyüdü büyüdü ve şuan inanılmaz şekilde hayatımın ta kendisi oldu çıktı. Onsuz bir hayat senaryosu yazamam. Fakat, yine de analık neden ister ki insan durduk yere? Nasıl böyle bir sorumluluğu almak isteyebilirsin?

Şaşırdığımız çok şey olabiliyor. Örneğin, cinsiyet değiştirme ameliyatları, dile yapılan piercingler, tüm vücutta dövmeler, yüzde 100 vegan yaşayanlar filan... Farklı yaşam biçimleri bizi şaşırtırken, ana olmayı istemek nasıl şaşırtmaz? Al sana çılgınlık, tut sana marjinal hayat!

Gözleri eşşek gibi iltihaplanmış bir insan bebesi, assla ama asssla o göz tedavisini yaptırmıyor ve sen peşinde yalvarmaktan bim poşetine dönüyorsun. Dil dökmekten buruşuk kuru üzüm oluyorsun. İnsan gibi açıklamaktan yorulup rüşvet teklif etmekten minder oluyorsun, o da yetmiyor ceza ile tehdit etmekten terliğe dönüyorsun. Çiş yapması gerekiyor- yapmıyor, çiş yapınca kalkması gerekiyor- kalkmıyor. Yemesi gerekiyor- yemiyor, yememesi gerekiyor- diretiyor. Bin kez anlatılan hayati kurala uyması gerekiyor- daşşak geçmek uğruna yapmıyor, ayakkabı giydirmiyor, ıslanmış üstünü çıkarttırmıyor, diş fırçalatmıyor, yüz yıkatmıyor, saç temizletmiyor- bu oluyor ve şu oluyor.

Yaş krizlerinde dipçik gibi olmalısın. Günlük hayatta örnek olmak için pırlanta gibi durmalısın. Hastalıklarda sabırtaşına bağlamalısın. Ağlamalara karşı sünger kesilmelisin. Küsmelerde minnoş civciv, inatçılıklarda kirpi olmalısın.  Sabahları her şey mükemmelmiş gibi yapmalısın, geceleri akşamdan kalmamalısın. Tatillerde bazen olaylara Fransız kalmalısın. Alkollü gecelerde şişenin dibini görmemelisin, hatta şişeyi bile görmesen daha iyi.

Peki soruyorum sana... İnsan neden anne olmayı ister? Derdi nedir insanoğlunun? Sevgilisiyle, sevdiği işle, tatlı hayatıyla her şey yolunda giderken... sabahları 'yaşamak ne güzeeel' diye uyanırken, önünde tamamen sana ait kocaman lezzetli bir hayat varken, hangi fısıltı gelir de girer aklımıza? Bizi baştan çıkaran duygu nedir?

İmza: Bunları yazıp da 'iki-üç çocuk daha yapsam ne datlı olurdu aslında' diye hayaller kuran garip insan kişisi.


İki sene önce fındığım


16 Mart 2017 Perşembe

'Çocuğum çok şanslı çünkü ben...'




Hali hazırda yarı pijamalı hayatım hala devam ediyor. Ne zaman eğitim / iş görüşmesi için evden çıkmak üzere olsam, ev çocuğunun kaka yapacağı tutuyor. Tek başıma toplu taşıma araçlarına bindiğimde aceleyle telefonumu açıyor ve ev çocuğunun fotoğraflarına baştan sona bakıyorum. Ve evet montumun cebinden en çok ev çocuğunun sümüklü mendilleri çıkıyor.

Kısacası elim bu kadar analık hamuruna bulanmışken, kendimi dışarıdan görebilmek ve değerlendirmek sisli bir hal. Ama olsun, ne demiştim- kendimi annelik maceramda onaylamak ve 'iyisin gızım aferin' demek istiyordum.

Evi Umursamamak
Analık maceraları için böyük adım sanki. Bana aferin çünkü bu evi dirlik ve düzen içinde tutmak uğruna bebemin eğlencelerini bölmüyorum. Gerekirse salonun ortasına büyük bir dağ yapmak için tüm yatak, yorgan, örtü, çarşaf ne varsa yığıyor. Ki benim gibi evdeki düzensizlikte nefes alamayanlar, ne demek istediğimi anladı. Evi kendi deney alanı yapsın, ortam sunuyorum. Buralarda hiç içime içime gıcık kaptığım, tiklendiğim, sivilce çıkardığım olmadı. Tam tersi ondaki iştah bendeki tatmin.

Kriz Anlarında Yumuşak Tepki
Çok gergin-acele-zor anlarda ev çocuğunun bazen saçma tutturmaları oluyor. Öfkeden gözüm dönebilir ya da oturup kahrımdan ağlayabilirim. Fakat ilginç bir şekilde böyle çaresiz anlarda bana aşırı bir gülme geliyor. Öyle bir gülme ki ev çocuğu da şaşırıyor, neden kızmadım acaba diye. Bu benim bir huyum yani garip anlarda gelen cıvıtık bir gülme hali. Delirmiş gibi değil de 'kopmak' gibi daha çok. Ama sanmayın ki zeki bir espiriye güler gibi. Neyse işte o gülme huyumun ben ekmeğini çok yedim. Annelikte en çok verim aldığım huyum diyebilirim. Çocuk inadı kırmaya ve 'vay be annemi eğlendirdim galiba' hissi vermeye birebir.

Ah Ne Varsa Bende Var
Duygu arası geçişlerim iyi. Örneğin ben meşgulken ve çocuk neşeli oynarken, kafasını bir yere çarptığında yetişme ve yatıştırma hızımla, o sırada kızgın olduğum çocuk özür dilediyse onu yeniden hoş görebilme ve kucaklaşma el çabukluğum güzel. Seri bir şekilde biçim alabiliyorum. Elele tutuşup keyifle bir şeyler okurken, uyku saati geldiğinde suiistimal edilemez bir disiplin haline bürünebiliyorum.

Eğlence ve Uyum
Üşenmiyorum. Sabah zıpçıktı gibi kalkıyorsa, ben de zıpçıktı oluyorum. Yorgan altı sohbet modu oluyorsa, ben de yanına kıvrılıyorum. Yağmurda sokak diyorsa, konum alıyorum. Kısacası, onun rüzgarını kovalıyorum. Balina ol diyor, kralı oluyorum- büyükbaba ol diyor, bıyık bırakıyorum, daha ne olsun?

Objektif Tutum
Durumlarla ilgili kişisel fikirlerimi koltukaltıma kakalıyorum. Bel altı yapmıyorum. Benim yıldızımın barışmadığı bir kişi onun ailesi ise, asla keyfime göre yönlendirme yapmıyorum. Bu bebeme saygımdan, onun kendi deneyimlerine heyecanımdan. Onun kulağına bir şeyler fısıldamıyorum yani. Her şeyi sıfır çizgisinde yansız tanıtıyorum. Bence benim gibi koca dünyayı bile kişisel algılayan biri için büyük beceri.

Seviyorum abi!
Ah ya bir de son olarak, çok seviyorum be! Ama bu sevgi davranışlarıma, bakışlarıma, yemeklerime, giydirmelerime, okumalarıma, oynamalarıma, sohbetime her şeyime taşan bir sevgi. Onu kendi sahiplenici, mülkiyetçi tavrımdan bile koruyan bir sevgi üstelik. Akıllı bina gibi akıllı sevgi diyelim adına. Saldım çayıra, mevlam kayıra değil. Naif duygularım var. Zarif fikirlerim var. Sevgim kadar saygım var.

Böyle madde madde yazınca, birden kendimi kocaman bir balina gibi hissettim gerçekten. Sarsılmaz, yıkılmaz, güvenilir bir ana! Ben bu özelliklerimle yeterim de artarım sanki. Arada yaptığım çömezlikler, acemilikler, salaklıklar da nazar boncuğum olsun.

Not: Bu yazı dünkü 'mim' girişimim üzerine yazıldı. Kendi analık aleminden anlatmak isteyenleri keyifli, bağdaşla, kahveyle dinlerim.

Benim içim geçmiş diyenlere: Wanderlust!

Benim içim geçmiş, kurumuşum diyen bir kadın karakterin, evliliğinde nasıl cinsellikten soğuduğunu, öbüşmeye mesafe koyduğunu, her ne zaman ...